Aziz dostlarım: “Yaşamadığın din senin dinin olamaz.
Bugün gerçekten şaşmamak elde değil, sayısız Din Anlatan İnsana Rağmen Dinsizlikteki Bu Kadar Artış Niye?" sorusuydu. Gerçekten önemli bir soru olduğu için doğal olarak üzerinde kafa yormak zorunda hissettim kendimi.
Öncelikle sorunun yer aldığı cümle yapısı dikkatimi çekti. Malum birazcık da olsa edebiyat ile ilgilenince konuşma ve yazmada sözlerin yerinin sıralamasının hatta noktalama işaretlerinin bile “oku, yaz, adam ol baban gibi, eşek olma” cümlesi ile “oku, yaz, adam ol, baban gibi eşek olma” cümlelerindeki fahiş anlam farklılığı gibi çok önemli olduğunun farkına varıyor insan.
Cümlede ilk bakışta “sayısız din” ifadesi dikkat çekiyor. Bu ifade çokça, ayrı ayrı, muhtelif dinler anlatılıyor çağrışımı yapıyor. Eğer kasıt bu ise “dinsizlikteki bu kadar artış niye?” endişesi boşluğa düşüyor zira sayısız din anlatanlardan dolayı bu kadar çeşitlilik ve artış gayet normal. Soru cümlesinde bir de “dinsizlik” ifadesi geçiyor ki; din eğer bir hayat inşa etmeye yönelik duygu, düşünce ve kuralların insan hayatını dizayn etmesi anlamına geliyorsa ki farklı farklı tarifler yapılsa da genel anlamı itibariyle öyledir o zaman din kavramını “Hak din ve batıl dinler” diye ikiye ayırarak ifadelendirmek yerinde olacaktır sanıyorum. O zaman da orta da “dinsizlik” diye bir vakıa olmaktan ziyade çeşitli batıl din/inanışlarla aklı, duyguları ve hayatı yağmalanmış bir toplum çıkıyor karşımıza.
Bu kadar tebliğinin ve "Sayısız Din Anlatan İnsana Rağmen Dinsizlikteki Bu KadarArtış Niye?" sorusunu "Din anlatan sayısız insana rağmen dinsizlikteki bu radar artış niye?" şeklinde sorarak “dinsizlik” ifadesi üzerindeki tahlilimizi de saklı tutarak çağrışım yaptığı doğru kastın üzerinde duracak olursak; Kanaatımca bu sorunun iki çıkış nedeni olabilir, birisi politik kaygılar reaksiyonu, ikincisi ise soylu bir sancı..
Ben ikincisinden kaynaklı olduğu kanaatini taşıyor kardeşimin sancısına ve sancıları bu anlamda ortak olan tüm kardeşlerimin sancısına muhabbet ediyorum.
Soruyu okuyunca ilk aklıma gelenler şunlar oldu;
Bizim bilemediğimiz ve Rabbimizin katında nice sebep ve hikmetleri olmakla ve Müslüman olmak iddiasında bulunan bizlerin sorumluluklarımız baki olmakla birlikte Hz Âdemin oğlu niye hakkına razı olmayıp kan döktüyse,
Hz Nuh'un oğlu niye İslam’a ısınamayıp ben dağa sığınır kurtulurum triplerine girdiyse,
Hz. Lûd'un karısı niye ona karşı çıkıp münkirlere yardım ve yataklık yaptıysa ondan olabilir mi acaba diye sormadan edemiyorum kendime...
Ayrıca, Diyanet camiasından olmak, İlahiyat ve İmam hatip Okulları gibi özel Eğitim ve Öğretim kurumlarında görev almış olmak gibi resmi anlamda sorumluluk sahibi olmanın ağır sorumluluklarının olduğunun altını çizerek her birimizin ferden ferdâ hem dil hem el ve hem de halimizle tebliğe memur olmak sorumluluğumuzu göz ardı etmeden/ topu taca atmadan düşünmek zorundayız.
Bu bağlamda;
İçinizden, insanları hayra çağıracak, iyiliği emredecek, kötülükten alıkoyacak bir topluluk bulunsun. İşte onlar, kurtuluşa erenlerdir. Al-i İmran:104)
“Siz insanlara iyiliği emredip kendinizi unutuyor musunuz?” (Bakara sûresi, 44);
“Yapmadığınız şeyleri söylemek, Allah katında en sevilmeyen şeydir” (Saf:3)
“Kim bir kötülük görürse, onu eliyle değiştirsin. Şayet eliyle değiştirmeye gücü yetmezse, diliyle değiştirsin. Diliyle değiştirmeye de gücü yetmezse, kalbiyle düzeltme cihetine gitsin ki bu imanın en zayıf derecesidir” (Hz. Muhammed.Aleyhisselam)
Ve benzeri onlarca ayeti sorgulama noktasına en önce kendi öz nefsimizi koyarak anlamaya, idrak etmeye çalışmak sorumluluğunda olduğumuzu unutmamalıyız inşallah.
Her şeye rağmen imanın ve teslimiyetin bir nasip meselesi olduğunu, kimsenin elinde sihirli değnek, dilinde efsunlu sözler olmadığını, sorumluluğumuz olan say ve gayretten sonra sonuc…